27 Temmuz 2020

domatesli kiş.

1,5 br. un, 125 gr. tereyağı, 1 çay kaşığı tuz, 1 yumurtadan hamur yaptım. kararında bir miktar çıkıyor, artmıyor.
hamuru dolapta sadece yarım saat beklettim.
tart kalıbının tabanına kenarlardan yükselecek şekilde yaydım. 200 derecede önceden ısıtılmış fırında 20 dk. pişirdim kabarmasına müsaade etmeden. (aslında üzerine ağırlık koymak gerekiyor ama ben arada açıp bastırdım yağlı kağıt ile, evde fasülye, nohut falan yoktu.)

peynir tabağında kalmış bütün peynirleri bir kaba aldım, bir kase kadardı, üzerine 3 çorba kaşığı labne, 1 yumurta da koyup karıştırdım. 
taze fesleğen, taze kekik, kuru fesleğen, kuru kekik ilave ettim. 

fırından alıp 5-10 dk. beklettiğim hamurun üzerine karışımı yayıp, üzerine domates dilimleri bıraktım. 

tekrar 200 derece fırına aldım, üzeri kuruyana kadar pişirdim. 

müthiş bir kahvaltılık.  

21 Temmuz 2020

kolay ekşi mayalı ekmek tarifi / ekşi mayalı ekmek kolay tarifi

yoğurmasız, katlamasız, uğraştırmasız bu yöntemden gerçekten memnunum. 
tarifimi anneme ithaf ediyorum... 🙈

malzemeler:
2,5 bardak un,
1 bardak su,
1 tatlı kaşığı tuz,
1 yemek kaşığı su -tuzu açmak için,
3 yemek kaşığı sıvıyağ,
1 yemek kaşığı yoğurt.
beslendikten sonra üç katı kabarmış maya, yarım su bardağı kadar görünüyor.

yapılışı:
un, sıvıyağ, yoğurt karıştırılır. ortasına su ve maya alınır, karıştırılır. hepsi birbirine iyice yedirilip üzeri kapalı bir saat dinlendirilir.
tuz suda açılır ve hamurun üzerine gezdirilir, tuzun hamura eşit dağılması için iyice karıştırılır. hamur kapalı kapta buzdolabına alınır.
(buraya kadarki işlemi akşamdan yapıp dolaba atıyorum, sabah çıkarıyorum.)
10-12 saat sonra hamuru dolaptan çıkarıyorum. ekmeği pişireceğim kaba alıyorum direkt, içine yağlı kağıt serip, kaptan kaba alırken havadayken şöyyle kenarlarını alta kıvırıyorum derli toplu dursun diye, o kadar.
2,5-3 saat bu kapta mayalanıyor, kabarıyor.
üzerine chia tohumu serpiyorum, çok yakışıyor.
önceden ısıtılmış 240 derece fırında üzeri kapalı olarak kırk dakika, üzeri açık olarak yarım saat pişiriyorum. ama hep kontrollü...
fırına bir kase içinde sıcak su da koyuyorum.
çıktıktan sonra üzerine su serpip bezle kapatıyorum.
1-2 saat dinlendirip kesiyorum. 

ne oldu.
hamur tezgaha hiç inmedi.
maya sepeti hiç kullanılmadı. zaten kapitalizmin bir oyunu, bir ürünü...
yoğurma, katlama, hamurun başına kırk kere git-gel yok.
maya sepetine yapışan hamur yok, şekil vereceğim diye sinire strese gark olmak yok.
ağlamak yok, gülmek var.
yarınlardaaaa.

afiyet olsun.




19 Temmuz 2020

ekşi mayalı ekmek & tarifi.

Aramızda uzun zamandır ekşi mayalı ekmek yapan arkadaşlar var ve tarif vermeyecek kadar işin ustası olmuş olabilirler, o kadar ilgilerini çekmiyor yani konu. Ama ben eksik kalamayacağım, kırk fırın ekmek yaptıktan sonra artık tarif işine giriyorum, nitekim heyecanım meyecanım bitmedi. Daha iyi, daha iyi yapacağım diye gazı almış durumdayım, gidiyorum. Şahan G. bile ekmek tarifi veriyor ayrıca. (Tarif vereceğim diye ikna olmaya çalışıyorum hala.)

Onuncu ekmekten sonra göz kararı yapmaya başladım. Göz kararlarımı ölçtüm sonra, onları yazacağım. 

Yemek tarifi işinde yabancı kaynaklar beni geriyor, olaya inanılmaz bilimsel yaklaşıyorlar. Duygularını, hislerini katmıyorlar ki bence çok yanlış. 
Türkçe kaynak da yok yani pek ekşi maya işinde. Birkaç popüler sayfada bulduğum tarifleri açıkçası hiç beğenmedim, çoğu vasat, sadece tarif vermek için verilmiş; bir nevi tıklanma amaçlı dolandırıcılıklar... kendinden çok emin yazılmış tariflere aldandım birkaç kez. 

Ben bir arkadaşımdan başlangıç seviyesinde tarif alarak, sonra da IG'de @berguzar.erden'in videolarını izleyerek başladım ekşi mayalı ekmek yapmaya. Çok fazla ve çok çeşitli ekmek yapıyor o, birbirinden farklı tariflerle, biraz kafam karıştı önce ama sonra kendi yolumu buldum.

Ölçüler benim göz kararına dayanıyor fakat tarif standart. Yine de Mevlüde Hanım'ın (@berguzar.erden) yol göstermelerinden çıkarılmış bir özet diyelim.

Malzemeler:
300 gr. un (100 gr. siyez unu, 100 gr. beyaz un, 100 gr. tam buğday unu; kombinasyon size kalmış)
150 gr. su
50 gr. maya (taze beslenip üç katı kabarmış, coşmuş, agresif maya)
1 kaşık yoğurt
1 kaşık tereyağ

unun ortasını açıp oda sıcaklığındaki tereyağı ve yoğurdu koyuyoruz, azıcık karıştırıp suyun yarısını ve mayayı döküyoruz, mayayı suda açtıktan sonra yavaş yavaş unla karıştırıyoruz. suyu yine azar azar ilave ediyoruz ve 3-4 dakika, mümkünse 10 dakika yoğuruyoruz. 
1 saat-45 dk kadar üzeri kapalı ilk mayalanmayı yaşıyor.
1 tatlı kaşığı tuzu bir kaşık suda açıp hamurun üzerine döküyor, karıştırıyoruz, yoğuruyoruz, tekrar kapatıyoruz.
yarım saat sonra tekrar açıp hamurun içine hava hapsedecek şekilde katlıyoruz birkaç kere. (hava soğuk olsaydı  45 dk- 1 saat kadar beklerdik.)
yarım saat sonra tekrar aynı işlem. (hava soğuk olsaydı  45 dk- 1 saat kadar beklerdik.)
yarım saat sonra tekrar aynı işlem. (hava soğuk olsaydı  45 dk- 1 saat kadar beklerdik.)
yarım saat sonra iki seçenek var: 

eğer akşama daha çok varsa dışarıda mayalansın, akşam pişirelim. (hamuru tezgaha alıyoruz, birkaç kez katlayıp son şeklini verip maya sepetine alıyoruz ve ortalama 4 saat bekliyor. -bu süre ortamın sıcaklığına göre değişebiliyor tabii ki. hamur kabardığında, içinde kabarcıklar olduğunu hissettirdiğinde hazır demektir.- önceden ısıtılmış fırın kabımıza alıyoruz.) 

eğer zaten akşam olmuşsa dolapta mayalansın bütün gece, sabah pişirelim. (hamuru tezgaha alıyoruz, birkaç kez katlayıp son şeklini verip maya sepetine alıyoruz, sepeti üzerine poşet geçirip buzdolabına alıyoruz. geceyi dolapta geçiriyor, kabarıyor. sabah dolaptan çıkar çıkmaz önceden ısıtılmış fırın kabına alıyoruz.)

Püf noktalar ve tespitlerim:

Öncelikle ekmeğin uzun süre mayalanması (geceyi dolapta geçirmek suretiyle) daha lezzetli-ekşi olmasını sağlıyor ve uzun süre mayalanan ekmek daha kalın kabuklu oluyor. Kalın ve çok pişmiş/kızarmış/kararmış demek sert demek değil ama, güzel yeniyor yine de.
Ama hava bu aralar sıcak olduğu için aynı gün mayalayıp pişirmek daha pratik. ince kabuklu da olur, tadı da çok ekşiye gitmez.

İnce kabuk ve yumuşaklık için asıl önemli şey de fırındaki sıcak su/buhar. Ekmekle birlikte bir tas sıcak su koymak, fırının içine su sıkılması, ekmek çıktıktan sonra üzerine su sıkmak da gerekli.

Ekmeğin tamamının yumuşak olması içinse içine yağ koymak gerekiyor. Zeytinyağı veya tereyağı, ikisi de olur. Ben Mevlüde Hanım'ın izinden giderek yoğurt ve tereyağı ile yapıyorum, şahane oluyor. Pofidik. Ekstra bir tat vermiyor bunlar, daha elastik dilimlerimiz oluyor sadece. 

Hamurun çok çok cıvık olması, biraz cıvık ya da kolay şekil alan katı bir kıvamda olması ekmeğin kalitesini etkilemiyor. Su seviyesi yükseldikçe ekmeğin içindeki kabarcıklar da artıyor, bunu istiyorsak mümkün olduğu kadar su koyacağız. Şekil vermek zorlaşacak, hamur yayılacak, o zaman da şekil verme işiyle uğraşmayıp bir kalıba döküp pişirebiliriz. 

Ekmeğe şekil verme ve maya sepetine alma aşamasında tezgahta ve sepette pirinç unu kullanmak hamurun yapışmasını önlüyor. (nemi toplayıcı özelliği varmış.) sepeti de zaten çook bol unlamak lazım.

Fırın kabında yağlı kağıt kullanalım.

Fırın kabına alınan ekmeğin üzerine bıçak veya jiletle bir kesik atıyoruz ki kabarması kolay olsun, kendine açılacak yer bulsun.

Fırın kabını önceden fırında ısıtmak da ekmeğin iyi pişmesini sağlıyor. 
240 derecedeki fırına ekmeği alırken kapalı bir kap tercih etmeliyiz. ben kapaklı borcam kullanıyorum. döküm tencerede pişiyorsa kapağı kapalı 20 dk kadar, borcamda pişiyorsa 30 dk kadar pişiriyoruz. sonra açıp 20 dk-yarım saat de üzeri kızarana kadar pişiriyoruz. 
Bu süreler yine değişir her fırına, kaba göre. devamlı kontrol etmek gerekiyor. ekmek iyice kabarıp son sınırına ulaşmış gibiyse, yani kabarması durduysa ve renk almaya başlıyorsa açabiliriz.
üzerinin iyice kızarmasını beklemek gerekiyor. ben ilk yaptığım ekmekte erken almıştım, oh nar gibi kızardı oldu diye, halbuki kesince gördüm ki azıcık daha pişmeliymiş. bunun ayarı da şu, ekmeği alıp tabanına bakacağız, vurunca tak tak ses geliyorsa olmuştur. :) olmamışsa olmamıştır, tekrar içeri...
yanmasından korkmayalım, öyle kolay kolay yanmıyor.

Alınca üzerine su damlatıp/püskürtüp nemli bir bezle örtelim ve soğumasını bekleyelim. (en zor kısım. çünkü beklenmiyor.) erken kesersek içindeki buharı kaybediyor, sonraki saatlerde, ertesi gün sertleşiyor. keserken de hamur olabiliyor. ben bir 45 dk - 1 saat bekliyorum mümkünse. hala ılık oluyor zaten.

İnsanın iki günlük emeğini kesip yemesi çok zor olabiliyor bazen. :) ama o "içi nasıl oldu acaba" heyecanıyla ele alınan bıçak, o an... çok tatlı. 

Evet, bitti sanırım. iyi uzattım ama aklıma başka bir şeyin gelmediği noktadayım şu an.
başarılar & afiyet olsun.

Edit: Kendi tarifimi geliştirdim. Şahsım ve milletim adına gururluyum. Onu da yazacağım. İyice basitleştirdim. Çünkü birinin peşinden koş, öbürünün peşinden koş derken çocuklarla bu kadar basit kurallara uymak da zor oluyor. Yarım saat sonra katlayacakken, iki saat sonra aklıma geliyor. Yoğurmaya fırsatım olmuyor, yarım dakikada hamur yapmak zorunda kalıyorum. Eve girdim, evden çıktım, hamur tezgahta kaldı... falan filan. Son denemeleri yapıyorum, bakalım.

27 Haziran 2019

acil kahvaltı çöreği.

bir büyük ya da iki küçük patates minik minik doğranıp suya atılır, 5-10 dk. haşlanır.
patatesler haşlanırken on dakikada iki yumurta, iki su bardağı un, yarım bardak süt, yarım bardak sıvıyağ ve bir paket kabartma tozu karıştırılır.
içine canımızın çekişine göre beyaz peynir, domates kurusu gibi ekler eklenir. dereotu veya taze kekik de olabilir... 
son olarak haşlanan patatesler karışıma eklenir. üzerine susam veya çörek otu serpilir. yapışmaz bir kalıba alınarak fırına atılır. 180 derecede, 15-20 dakika üzeri kızarana kadar pişirilir. 

poğaça desen değil, kiş desen değil. öyle ikisi arasında bir şey.

afiyet olsun, hayırlı kahvaltılar.

görüşürüz.

5 Kasım 2018

mutlu anne, mutlu çocuk.

genel anlamda çok şey bir insanım, liboş. kimseye karışmam, haddime değil, eleştirmem, insanların davranışları için pek yorum yapmam, çünkü işte haddime değil. ama demek değil ki hiçbir şey/hiç kimse umrumda değil. gördüğüm her şey maalesef aşırı umrumda. bir günde birçok kişiye çok sinirleniyorum. sinirimi içime içime atıyorum. dolayısıyla çok yıpranıyorum, çok. böhü.

görece de rahat bir anneyim (anne benim anamdır. "anneyim" deyince de komik geliyor hâlâ.). annelik eğitimleri ya da el kadar çocuklara şu eğitim, bu eğitim, erken yaşta okullar (mecburiyetler hariç), egzantirik aktiviteler falan bana çok yanlış, daha doğrusu saçma geliyor, uğraşmıyorum bunlarla. günlük hayat zaten koca bir aktivite yığını. zavallıları boğmaya bence gerek yok. (biliyorsunuz 5-6 yaşında migren sahibi olmaya başlamış artık insanoğlu.) bence doğal davranmayı becerebilmek en büyük iyilik çocuklara. "ona kadar sayıyorum, sakinleşiyorsun"cu anneler, allah size kolaylık versin. gerçekten. çocuğu okula gönderip arkasından çocuk eğitimi kitapları okuyanlar mesela, allah yardımcınız olsun. (kitap okumaya vaktim olsa roman okuyacağım da yok, neyse.) ya da çocuğu ona kadar saymayı veya renkleri veya daha ileri üniteleri diğerlerinden daha geç öğrenecek diye rahatsız hissedenler, onunki ingilizce konuşuyor bizimki konuşmuyor diye uyuz olacak olanlar... allah şuur versin.

rahatlığımın yanında çok da takıntılıyım yani öte yanda. mutlu anne demek mutlu çocuk demekmiş diye kendi mutluluklarına önem vermeyi abartanları kafaya çok takıyorum. bence mutlu anne, mutlu çocuk; oksiyen maskesini önce kendinize, sonra çocuğunuza takın demek, fazlası değil. çalışmıyorsun, gezmekten tozmaktan, alışveriş yapmaktan başka işin yok, ama henüz anne sütüyle beslenen yavruyu bakıcıya bırakıp spora, yogaya gidiyorsun... on gün yurt dışına tatile gidiyorsun... moda şu an bu yönde iyice geliştiği için çıldırıyorum. belki ilk bakışta beni etkilemiyor, "banane" gibi görünüyor ama başımıza çok işler gelecek bu yaşam tarzı yüzüden bak (orta yaşımı da geçiyorum galiba artık). tabii. toplum toplum... you know. beraber yaşıyoruz maalesef. benim kıymetli çocuğum senin çocuğunla aynı okula gidecek maalesef. üzülüyorum buna. (ben çocuğumu süper mi yetiştiriyorum? yoo'dur. süper çocuk yetiştirmek diye bir şey var mı zaten? bilmiyorum. ama sanki böyle bir takıntı var ondan ziyade. sıkıntı da: kimse çocuk yetiştirmiyor sanki, herkes yetiştirtiyor.)
"geziyorum diye ilgilenmiyor muyum?" diyecekler, bence ilgilenmiyorsunuz. bence minicik bir çocuk, hatta yani bebek, annesinden keyfi sebeplerle ayrılamaz. sen ilgileniyorum sanıyorsundur, o ilgilenmediğini hissediyordur. hatta eminim çocuğu çılgınlar gibi ağlatmalı, işkenceli o uyku eğitimlerini veren grup da bu bireycilerle kesişiyordur.

sosyoloji mezunu olduğum için kendimi sosyolog sanıyor olsam; bakın ben toplum bilimciyim, şu şu şuna sebebiyet verir, şöyle şöyle şöyle yapmak gerekiyor falan diye konuşur, bilim kasardım sevabına (ya da tamamen duygusal bir motivasyonla). ama şu an sadece "böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemeyenlere" hak verme yolunda içimi döküyorum. benim beğendiğim gibi bir insan olacaksa benim çocuğum, muhtemelen başkalarını rahatsız etmeden ama devamlı rahatsız edilerek yaşayan biri olacak, inşallah. içimi parçalıyor ama tek devrim bu, tek yol devrim. devrim iyi insan olmak, başkalarının hakkına girmemek. hatta "hakka girmek ya da girmemek, bütün mesele bu" falan... çocuğa bunu aşılasan, gidişattan her türlü kazanır o bence. üste çıkmayı, bencil olup kendi mutluluğundan başka bir şeyi önemsememeyi, üzülmeyip üzmeyi gösterir, bunları öğretirsen... psikolojik iç savaşımız katlanarak büyüyecek, allah muhafaza.

mutlu çocuk annesini mutlu gören çocuktur bence de, evet. ama mutlu anne de çocuğunu mutlu gören annedir. arada ince gibi bir şey var yani.
saygılar.

not: bir insanın seni beğenmiyor olması kendini beğenmiş biri olduğu anlamına gelmez. teşekkürler.

3 Eylül 2018

the crown ve bazı başka şeyler.

iphone'uma netflix indirdiğimden beri daha mutlu bir tüketiciyim. fiziksel konfordan eden bir çözümle kafa dağıtmanın bir yolunu bulmuş oldum. 

bilgisayar başında dizi izleyecek vaktim yoktan da yok. dizi izlemeden olmuyor mu, olur mutlaka, iki-üç yıl oldu. ama artık dayanamadım. günde iki-üç saat olan uykularım üç-dört saate, onlar da artık dört-beş saate çıkınca tamam dedim, bu işe de vakit ayırabilirim. la casa de papel ile başladım (övünmüyorum), gece yattığım yerde iki-üç bölüm izleye izleye bitirdim. baktım oluyor, cep telefonundan da dizi izleniyor, kulaklıkla, telefon baş ucunda şarja takılıyken falan. 
the crown'a başladım, iki sezonu çekirdek gibi yedim, iki bin on dokuzu bekliyorum üçüncü sezon için. kraliçe ile empati yapmak iyi geldi. dizinin her bölümünden aşırı zevk aldım. sinematografik açıdan zaten şahane. hikaye şahane. i am sorry but ingiltere de şahane. gerçekliği, politikayı, insanlığı bir tarafa bırakıp kraliyete atfettikleri özeni dikizlemek çok zevkli. claire foy da iyi bir kraliçe. vanessa kirby iyi bir prenses margaret. diğer karakterlerin görüntü olarak asıllarına benzeriğini de çok beğendim. gerçekleri seyrediyor gibi yıkanıyor beynim, oh. 
bana sorarsam; dizinin her bölümünde birleşik krallığı geziyorum, tozuyorum, iki zor insanın evliliklerini dikizliyorum detaylar uydurma da olsa, kadınların her halde sadece kadın olmalarına bağlı çilekeşliklerini, kadın-analıklarını izliyorum, şikayetçi de olmuyorum. 

"türbanlılar arabistan'a" denilen bir dönemde, ülkemin resmi kurumları, sosyal ortamları beni kabul etmezken enerjimi ingiltere'de attım ben, hanımefendiliğim çerçevesinde bittabi. istanbul'da hoş karşılanmadığım şık kafelere, restoranlara, butiklere, sokaklara, kütüphanelere, okullara, sanat merkezlerine gitmeye on iki yıl önce burada başladım. bu saydığım, yaşamsal açıdan büyüklerimizin ve bazılarımızın gereksiz göreceği, benim yaşamım açısından gerekli bulduğum bu yerlerde hoş karşılanmak bir tarafa, i felt like a star. (normal bir yaşantı bizim için starlıkla eşdeğerdi o zaman yani, mağduruz.) bugün istanbul'da hiçkimse, benden on yaş küçük hanımlar özellikle, bunun ne demek olduğunu anlayamaz, bugünkü başıboşluklarının farkında olamaz. benim yaşadığımı yaşayan birkaç yüzlerce, binlerce başka kimse dışında. (ilginç bir hesap oldu di mi.) o yüzden, doğduğum-büyüdüğüm-yaşadığım istanbul dışında bir diğer ev hissiyatını da bana londra verdi. o yüzden ilgimi çekiyor. o yüzden seviyorum. o yüzden, gerçekten sebepsiz ve tabiri caizse "ezik ezik" başka ülke öven bugünkü bir kısım gençliğin durumu ile aramdaki çizgiyi çizmiş olmak istiyorum. ki zaten ben övüyor da değilim.


açıp kapattığım bu geniş parantezden sonra diziye dönüyorum aşağıdaki görsellerle. güzel değiller mi, allasen? 

btw, ilk sezonu kraliçe de izlemiş, "fazla dramatize etmişsiniz ama aferin..." demiş.











3 Ağustos 2018

hindistan gezisi - I.

hindistan gezimizden enstantaneler.














22 Temmuz 2018

vintage plates.

biraz etsy karıştırdım, tespitlerimi aşağıda iletiyorum. villeroy and boch'lar, royal copenhagen'lar... <3 ciddi takıntılar bunlar. ama son zamanlarda evdekilerin taşınırken başıma nasıl bela olacaklarını düşünüyorum sadece.
son fotoğraf dışında hepsi etsy'den, arayıp bulup satın alabilirsiniz. (sonuncuları ben satıyorum. ilgilenen ig'den dm gönderebilir.)
sağlıcakla.
x


 




 



 


 



10 Temmuz 2018

anadolu yakasının en iyi hamburgercileri.

düğünümde bana hamburger de takabilirdiniz, sevgili arkadaşlarım, ama geçti. 
istanbul'da anadolu yakasında ikamet etmekteyim. bu tarafta sık sık gittiğimiz veya bir defa gidip bir daha gitmediğimiz hamburgercileri yazacağım. kimisi zaten hayli meşhur, kimisi değil. ama emin olun ki aşağıda bahsedeceklerimden bahsetmemin geçerli sebepleri var. alfabetik olarak sıralıyor, gerçekten çok iyi, çok iyi, iyi, orta, gideri var olarak gruplandırıyorum. bilirkişiliğimi yıllarımı hamburger hunter olarak geçirmeme borçluyum. 
buyurun: 

basta street food bar: standardın dışında butik bir şef restoranı aslında. menünün her parçası üzerinde düşünülmüş, dizayn edilmiş, şahane şeyler. ama şu an buraya yalnızca hamburgerini not ediyorum. farklı ve leziz, gerçekten çok iyi. mutlaka tadın. kadıköy'de. 


bob - best of burger: gerçekten çok iyi. köftesi ayrı güzel, ekmeği ayrı... hamburgerden başka işleri olmadığı için zirve yapmışlar sanırım. ayrıca hamburgeri eline yüzüne bulaştırmadan yiyemeyenler için eldivenler sunmaları da hayli ilginç. kadıköy'de. 

burger @: hamburgeri çok iyi. ama beni patatesi ve özel acı sosları yüzünden de çekiyor. şubeleri var, biz acıbadem'dekine aboneyiz. (bildiğin abone.)

burger x: burayı hamburger camiasının önerileri doğrultusunda ziyaret etmiştik. çok bayıldığımı söyleyemeyeceğim. şekeri bol bulmuşlar, beni biraz baydı. eşim fena bulmadı. gideri var, ama bence biz bir daha gitmeyeceğiz. :) göztepe'de.

dobby's burger: kızıltoprak'ta. burayı da sanırım vedat milör'ün tavsiyesiyle ziyaret etmiştik. beğenmiştik. farklı ve lezzetliydi. fakat ikinci kere gidecek kadar da beğenmemişiz. orta. 

mini eatery: mmm. çok lezzetli. puanım: iyi. kadıköy'de. birkaç defa yedim. basta ve bob ile aynı çevrede olmasa daha çok giderdim muhtemelen ama, onlar varken burası ikinci planda kalıyor. ama iyi iyi.

ora steak & burgers: meşhur sayılır, değil mi? burası da iyi bence. yolumuz düştükçe uğruyoruz, özellikle değil. bana göre artısı otoparkı. altunizade'de.

snob street food: caddebostan ve kadıköy'de yerleri var. hamburgeri çok iyi. parmesanlı patatesiyle yan yana şahane oluyor. sunum da on numara. 

ağustos’ta gelen edit: jimmy’s burger, istinye’de, best of all. ama kategori dışı olduğundan yazıda geçmemiş oldu. ama bahsini etmemiş olmak içime sinmedi, hence the edit.



afiyet olsun.


17 Haziran 2018

anna + nina.

merhaba, hollanda'ya ışınlanabilir miyim acilen? teşekkürler, iyi çalışmalar.
anna + nina )