29 Mayıs 2018

halılağr.

bu rengarenk halılara bayılıyorum. genel olarak halılara bayılıyorum zaten, yani... (genel olarak halılara bayılmayan var mı?) ama fas'a gittiğimde bir tane aldım mı bu renkli pofidik şeylerden, hayır. peki iran'dan aldım mı halı, hayır. çünkü my husband. bir dahaki sefere inşallah diyor, gözünüze daha fazlası lazımsa buradan bazılarına bakabilirsiniz diyor, kaçıyorum.



26 Mayıs 2018

londra gezi rehberi.

royal wedding şeysinden sonra londra gezi rehberi de iyi bir devam içeriği olur dedim. farklı bir blog için yazmıştım aslında zaten, kopyalıyorum, dolayısıyla çok da eğlencelik değil, biraz ciddili (ayrıca, "hacı pound olmuş yedi lira, sen ne diyon.." demeyenler için):

ingiltere’de yüz elli altı hafta geçirmiş, londra’ya gönülden bağlanmış, ayrıca tur rehberliğinin de tadına bakmış biri olarak bu ilk ve kısacık londra seyahatiniz için birkaç öneride bulunacak, “o ağacın altı” veya “ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” gibi detaylara girmemeye çalışacağım.



londra’ya iner inmez yapacağınız ilk şey havaalanından bir oyster ve tube map edinmeniz olsun. Bir de londra haritası tabii... londra’da ulaşım için arabaya ihtiyacınız yok, trenlerle her yere hızlı ve rahat bir şekilde gidebilirsiniz. ayrıca londra gerçekten küçük bir şehir… gitmek istediğiniz yer zaten çoğu zaman bulunduğunuz yere yürüme mesafesinde olacak. bence taksilere de -fotoğraflarını çekmek dışında- hiç bulaşmayın. bu kalabalık, hızlı, hareketli şehrin akışına kapılmak da gezinizin bir parçası olsun; daha dinamik bir tur için siz de yürüyün ve trenleri kullanın (londra’da bir yerden bir yere gitmeden önce, güzergâhınızdan emin değilseniz, yapacağınız şey journey planner’dan yardım almak).

otelde konaklayacaksanız, seçeceğiniz otelin herhangi bir tren istasyonuna yakın olmasını önemseyin, yeter. zira trene atladıktan sonra her yer çok yakın sizin için. mümkünse 2-5 dakika yürüme mesafesinde olsun tren istasyonu; akşam otelinize yorgun döneceksiniz çünkü, yürümek artık işinize gelmiyor olacak.

bu arada yemekler için de otele bağlı kalmayın. zaten ingiliz mutfağı diye bir şey yok sayılır. bence restoran keyfini de eve döndükten sonra yaparsınız. londra’da gezerken kafelerden ve marketlerden oldukça lezzetli ve sağlıklı yiyecekler alabilirsiniz. ama ünlü İngiliz aşçı jamie oliver’ı sevenler jamie’s italian’a gitmek isteyebilir belki, tanıdık lezzetler arayan türk ziyaretçiler de piccadilly’deki kahve dünyası’na uğrayabilir.

alışveriş için oxford street’i görün önce. oxford circus durağından başlayın, bütün caddeyi yürüyün; marble arch’a geldiğinizde yiyecek bir şeyler alıp kendinizi hyde park’a atıp dinlenin. henüz yorulmadıysanız ve bütün günü alışverişe ayırdıysanız, avrupa’nın en büyük alışveriş merkezlerinden biri olan westfield’a da gidebilirsiniz. marka meraklıları için bond street ve çevresi gezilmeye, görülmeye değer. ünlü markaların outlet mekânı olarak bicester village’yi duymuş olabilirsiniz ama ben oraya gidip de memnun kalmış çok az kişiyi tanıyorum. harrods ve selfridges de mutlaka uğramanız gereken mağazalar. ayrıca covent garden ve tottenham court road da alışveriş olanakları ile ünlü.

bence cumartesi gününüzün bir kısmını notting hill’deki portobello road market’a ayırmalısınız. zaten modern ingiliz havası solumak istiyorsanız notting hill’i mutlaka görmeniz gerek (julia roberts’in kapısına dayanıp hugh grant’ten kitap tavsiyesi aldığı kitapçıyı görün mesela). ayaküstü yemek için pazarda harika şeyler var, geneli homemade bakery... yemek için değil ama her zaman harika fresh-cut çiçekler de oluyor (seyahat sırasında çiçek alıp ne yapabilirsiniz bilemiyorum tabii ama bulunmaz renkte bir orkideyi bulup bir meraklısına getirebilirsiniz belki). pazar antika ve antin kuntin türlü ıvır zıvır üzerine kurulu genelde, ilgilinizi çekecek bir şeyler mutlaka vardır. hediye alacaksanız onu da burada halletmek iyi olabilir. bu arada harrods da iyi bir seçim hediye alışverişi için. hatta m&s bile hediyelik yiyecekler (çikolata, kurabiye, çay vb.) için iyi bir alternatif. ilginç/kişiye özel bir şeyler alacaksanız camden town’a da uğrayabilirsiniz (baskılı tişörtlerin âlâları için mesela).



kültür turunuzu da genel olarak yürüyerek yapacaksınız muhtemelen. london eye’a gittiğinizde big ben de parlamento binası ile birlikte zaten orada olacak. london eye ve big ben ziyaretinizden hemen sonra westminster’dan covent garden’a kadar yürüyün örneğin. national gallery’nin de önünden geçeceksiniz, atlamayın. yeri gelmişken, londra tam bir müze ve sergi cenneti... ama özel bir merakınız yoksa hepsini ziyaret etmek sizin için aylaklık olacak. en iyisi bir-ikisini seçip diğerlerini kafanızdan silin; seçeceklerinizden biri national gallery, diğeri victoria and albert museum olabilir.

bu arada buckingham palace’ı görmeyi de unutmayın (kraliçe de sizi görecek. hatta şanslıysanız gitmişken siz de bir royal face görebilirsiniz). ayrıca tower hill, highgate cemetery ve st paul's cathedral da gidilmeye değer yerler arasında.

londra’da eğlence için mutlaka yapmanız gerekenlerin başında bir müzikale gitmek var. singin’ in the rain, the lion king, billy elliot… birinden biri geziniz sırasında mutlaka sahneleniyordur. çok sevdiğiniz şarkıcılardan/gruplardan birini canlı izlemeden de dönmeyin bence. akvaryum ziyareti ve nehirde motor turu da değerlendirilebilir birer seçenek ama çok gerekli olduklarını düşünmüyorum. bu arada london eye ve müzikal biletlerinizi -madame tussauds biletiniz ile de birlikte- paket olarak internet üzerinden alıp çok daha ucuza getirebilir, bilet kuyruklarında harcayacağınız vakitten tasarruf edebilirsiniz (anahtar kelimeler: london attractions deals/tickets).

geziniz iki-üç günden uzunsa ve sadece londra ile sınırlamak istemiyorsanız seyahatinizi, buradan günübirlik gezilere de çıkabilirsiniz. salisbury’de stonehenge’i yakından görebilir; bath, oxford veya cambridge’e gidip biraz tarih koklayabilirsiniz. victoria coach station’dan kalkacak ilk otobüste cam kenarı bir koltuk kapmanız yeterli, waterloo’ya gidip canınızın çektiği bir trene de binebilirsiniz tabii.

iyi eğlenceler.
x

not: gezi yazısı yazayım mı böyle acaba? ya da ne yazayım? :/ (inşallah kendi kendime konuşmuyorumdur.)

17 Mayıs 2018

hello.

bugün yazarım, yarın yazarım derken 5 yıl olmuş neredeyse blog'u bırakalı. inanamadım. zamanın böyle hızlı geçmesine tabii, başka bir şeye değil. ama kimseyi baymayayım şimdi "hızlı geçen zaman" olaylarına girerek, başta kendimi. zaten bence en önemlisi insanın kendini bayması, gıcık etmesi veya baymaması, gıcık etmemesi. (aman allahım, laf kalabalığı yapmayı nasıl da özlemişim.)

blog'a uğramayalı ne oldu, evlendim, çocuk sahibi oldum. bu ikisiyle dünyanın paylaşımını yaparım aslında blogger'lık anlamında. şu an aklıma gelenler: hiç gelinlik hayali kurmamış biri aniden ne giyiverdi? çeyizler... yeni gelin sofraları... çılgın yemek tarifleri... çalışırken evlilik hazırlığı nasıl yaptım? sonra çalışırken nasıl her gün üç çeşit yemek yaptım? çocuk... hastane çantası. :D altı aylık çocukla seyahat... bir yaşında çocukla seyahat... iki yaşında çocukla seyahat... 2 saatlik uçuşlar, 10 saatlik uçuşlar... yaz tatilleri, kış tatilleri... gördüğüm yerler, yediğim yemekler... çalışan anne olmak (sırf bundan bir milyon kelime çıkar). aynı anda çalışan anne ve çalışan ev hanımı olmak... tüm bunlar esnasında moda (bu çok önemli). tüm bunlar esnasında psikolojim. sonra: bahçıvanlık & doğal hayat & ne olacak bu istanbul'un hali? 
(bu arada blog'un yalnızca genç/pre-orta yaş hanımlara hitap etmekte olduğu da açık değil mi. :))

şimdi...
sosyal medya benim için yalnızca yaşadığım hayatın güzelliklerini biriktirdiğim bir yer. yaşadığım hayatın çekilir olduğunu kendime hatırlatabilmem için yalnızca tatlı taraflarını kayıt altına aldığım bir yer. "bakın ne de süper yaşıyorum" demek için bulunduğum bir yer değil, çünkü gerçekten hiç süper yaşamıyorum ve bir sürü derdim, acım var. (ki zaten öyle demek istesem çok başka şeyler paylaşırım.) ama "bakın ne de süper yaşıyorum" demek için burada bulunanlar dahil bir kısım insanı, kurum ve kuruluşu (:D) takip edip, yer yer ilham almaya, arkadaşlarımla irtibatı koparmamaya, tekraren: dünyanın çok da kötü olmadığını kendime kanıtlamaya çalışmak için buradayım. 
hayatınızın acılı kısımlarını paylaşmayınca bazı insanlar bunların varlığını ihtimal dışında tutuyor sizin için. bu onların ayıbı. ben paylaşılan acının azaldığına falan inanmıyorum. inansam da paylaşmam ama zaten bence artıyor paylaştıkça. ben kendi kendime baş etmeye çalıştığımda bir şeylerle, daha başarılı olduğumu düşünüyorum. o yüzden: no paylaşım about dertlerim... mutluluğa gelince, onun da paylaştıkça azaldığını düşünüyorum. o yüzden mutluluklu paylaşımlara da hayır. yalnızca biraz anlık ve göze güzel gelen neşeli kayıtlar (için el ele...) ve belki azıcık hüzünlü (biri beni vursun), romantikli kayıtçıklar.... bir de tabii duygusuz olanlar...

geliyorlar.
afiyet olsun inşallah.