5 Kasım 2018

mutlu anne, mutlu çocuk.

genel anlamda çok şey bir insanım, liboş. kimseye karışmam, haddime değil, eleştirmem, insanların davranışları için pek yorum yapmam, çünkü işte haddime değil. ama demek değil ki hiçbir şey/hiç kimse umrumda değil. gördüğüm her şey maalesef aşırı umrumda. bir günde birçok kişiye çok sinirleniyorum. sinirimi içime içime atıyorum. dolayısıyla çok yıpranıyorum, çok. böhü.

görece de rahat bir anneyim (anne benim anamdır. "anneyim" deyince de komik geliyor hâlâ.). annelik eğitimleri ya da el kadar çocuklara şu eğitim, bu eğitim, erken yaşta okullar (mecburiyetler hariç), egzantirik aktiviteler falan bana çok yanlış, daha doğrusu saçma geliyor, uğraşmıyorum bunlarla. günlük hayat zaten koca bir aktivite yığını. zavallıları boğmaya bence gerek yok. (biliyorsunuz 5-6 yaşında migren sahibi olmaya başlamış artık insanoğlu.) bence doğal davranmayı becerebilmek en büyük iyilik çocuklara. "ona kadar sayıyorum, sakinleşiyorsun"cu anneler, allah size kolaylık versin. gerçekten. çocuğu okula gönderip arkasından çocuk eğitimi kitapları okuyanlar mesela, allah yardımcınız olsun. (kitap okumaya vaktim olsa roman okuyacağım da yok, neyse.) ya da çocuğu ona kadar saymayı veya renkleri veya daha ileri üniteleri diğerlerinden daha geç öğrenecek diye rahatsız hissedenler, onunki ingilizce konuşuyor bizimki konuşmuyor diye uyuz olacak olanlar... allah şuur versin.

rahatlığımın yanında çok da takıntılıyım yani öte yanda. mutlu anne demek mutlu çocuk demekmiş diye kendi mutluluklarına önem vermeyi abartanları kafaya çok takıyorum. bence mutlu anne, mutlu çocuk; oksiyen maskesini önce kendinize, sonra çocuğunuza takın demek, fazlası değil. çalışmıyorsun, gezmekten tozmaktan, alışveriş yapmaktan başka işin yok, ama henüz anne sütüyle beslenen yavruyu bakıcıya bırakıp spora, yogaya gidiyorsun... on gün yurt dışına tatile gidiyorsun... moda şu an bu yönde iyice geliştiği için çıldırıyorum. belki ilk bakışta beni etkilemiyor, "banane" gibi görünüyor ama başımıza çok işler gelecek bu yaşam tarzı yüzüden bak (orta yaşımı da geçiyorum galiba artık). tabii. toplum toplum... you know. beraber yaşıyoruz maalesef. benim kıymetli çocuğum senin çocuğunla aynı okula gidecek maalesef. üzülüyorum buna. (ben çocuğumu süper mi yetiştiriyorum? yoo'dur. süper çocuk yetiştirmek diye bir şey var mı zaten? bilmiyorum. ama sanki böyle bir takıntı var ondan ziyade. sıkıntı da: kimse çocuk yetiştirmiyor sanki, herkes yetiştirtiyor.)
"geziyorum diye ilgilenmiyor muyum?" diyecekler, bence ilgilenmiyorsunuz. bence minicik bir çocuk, hatta yani bebek, annesinden keyfi sebeplerle ayrılamaz. sen ilgileniyorum sanıyorsundur, o ilgilenmediğini hissediyordur. hatta eminim çocuğu çılgınlar gibi ağlatmalı, işkenceli o uyku eğitimlerini veren grup da bu bireycilerle kesişiyordur.

sosyoloji mezunu olduğum için kendimi sosyolog sanıyor olsam; bakın ben toplum bilimciyim, şu şu şuna sebebiyet verir, şöyle şöyle şöyle yapmak gerekiyor falan diye konuşur, bilim kasardım sevabına (ya da tamamen duygusal bir motivasyonla). ama şu an sadece "böyle bir dünyaya çocuk getirmek istemeyenlere" hak verme yolunda içimi döküyorum. benim beğendiğim gibi bir insan olacaksa benim çocuğum, muhtemelen başkalarını rahatsız etmeden ama devamlı rahatsız edilerek yaşayan biri olacak, inşallah. içimi parçalıyor ama tek devrim bu, tek yol devrim. devrim iyi insan olmak, başkalarının hakkına girmemek. hatta "hakka girmek ya da girmemek, bütün mesele bu" falan... çocuğa bunu aşılasan, gidişattan her türlü kazanır o bence. üste çıkmayı, bencil olup kendi mutluluğundan başka bir şeyi önemsememeyi, üzülmeyip üzmeyi gösterir, bunları öğretirsen... psikolojik iç savaşımız katlanarak büyüyecek, allah muhafaza.

mutlu çocuk annesini mutlu gören çocuktur bence de, evet. ama mutlu anne de çocuğunu mutlu gören annedir. arada ince gibi bir şey var yani.
saygılar.

not: bir insanın seni beğenmiyor olması kendini beğenmiş biri olduğu anlamına gelmez. teşekkürler.

3 Eylül 2018

the crown ve bazı başka şeyler.

iphone'uma netflix indirdiğimden beri daha mutlu bir tüketiciyim. fiziksel konfordan eden bir çözümle kafa dağıtmanın bir yolunu bulmuş oldum. 

bilgisayar başında dizi izleyecek vaktim yoktan da yok. dizi izlemeden olmuyor mu, olur mutlaka, iki-üç yıl oldu. ama artık dayanamadım. günde iki-üç saat olan uykularım üç-dört saate, onlar da artık dört-beş saate çıkınca tamam dedim, bu işe de vakit ayırabilirim. la casa de papel ile başladım (övünmüyorum), gece yattığım yerde iki-üç bölüm izleye izleye bitirdim. baktım oluyor, cep telefonundan da dizi izleniyor, kulaklıkla, telefon baş ucunda şarja takılıyken falan. 
the crown'a başladım, iki sezonu çekirdek gibi yedim, iki bin on dokuzu bekliyorum üçüncü sezon için. kraliçe ile empati yapmak iyi geldi. dizinin her bölümünden aşırı zevk aldım. sinematografik açıdan zaten şahane. hikaye şahane. i am sorry but ingiltere de şahane. gerçekliği, politikayı, insanlığı bir tarafa bırakıp kraliyete atfettikleri özeni dikizlemek çok zevkli. claire foy da iyi bir kraliçe. vanessa kirby iyi bir prenses margaret. diğer karakterlerin görüntü olarak asıllarına benzeriğini de çok beğendim. gerçekleri seyrediyor gibi yıkanıyor beynim, oh. 
bana sorarsam; dizinin her bölümünde birleşik krallığı geziyorum, tozuyorum, iki zor insanın evliliklerini dikizliyorum detaylar uydurma da olsa, kadınların her halde sadece kadın olmalarına bağlı çilekeşliklerini, kadın-analıklarını izliyorum, şikayetçi de olmuyorum. 

"türbanlılar arabistan'a" denilen bir dönemde, ülkemin resmi kurumları, sosyal ortamları beni kabul etmezken enerjimi ingiltere'de attım ben, hanımefendiliğim çerçevesinde bittabi. istanbul'da hoş karşılanmadığım şık kafelere, restoranlara, butiklere, sokaklara, kütüphanelere, okullara, sanat merkezlerine gitmeye on iki yıl önce burada başladım. bu saydığım, yaşamsal açıdan büyüklerimizin ve bazılarımızın gereksiz göreceği, benim yaşamım açısından gerekli bulduğum bu yerlerde hoş karşılanmak bir tarafa, i felt like a star. (normal bir yaşantı bizim için starlıkla eşdeğerdi o zaman yani, mağduruz.) bugün istanbul'da hiçkimse, benden on yaş küçük hanımlar özellikle, bunun ne demek olduğunu anlayamaz, bugünkü başıboşluklarının farkında olamaz. benim yaşadığımı yaşayan birkaç yüzlerce, binlerce başka kimse dışında. (ilginç bir hesap oldu di mi.) o yüzden, doğduğum-büyüdüğüm-yaşadığım istanbul dışında bir diğer ev hissiyatını da bana londra verdi. o yüzden ilgimi çekiyor. o yüzden seviyorum. o yüzden, gerçekten sebepsiz ve tabiri caizse "ezik ezik" başka ülke öven bugünkü bir kısım gençliğin durumu ile aramdaki çizgiyi çizmiş olmak istiyorum. ki zaten ben övüyor da değilim.


açıp kapattığım bu geniş parantezden sonra diziye dönüyorum aşağıdaki görsellerle. güzel değiller mi, allasen? 

btw, ilk sezonu kraliçe de izlemiş, "fazla dramatize etmişsiniz ama aferin..." demiş.











3 Ağustos 2018

hindistan gezisi - I.

hindistan gezimizden enstantaneler.














22 Temmuz 2018

vintage plates.

biraz etsy karıştırdım, tespitlerimi aşağıda iletiyorum. villeroy and boch'lar, royal copenhagen'lar... <3 ciddi takıntılar bunlar. ama son zamanlarda evdekilerin taşınırken başıma nasıl bela olacaklarını düşünüyorum sadece.
son fotoğraf dışında hepsi etsy'den, arayıp bulup satın alabilirsiniz. (sonuncuları ben satıyorum. ilgilenen ig'den dm gönderebilir.)
sağlıcakla.
x


 




 



 


 



10 Temmuz 2018

anadolu yakasının en iyi hamburgercileri.

düğünümde bana hamburger de takabilirdiniz, sevgili arkadaşlarım, ama geçti. 
istanbul'da anadolu yakasında ikamet etmekteyim. bu tarafta sık sık gittiğimiz veya bir defa gidip bir daha gitmediğimiz hamburgercileri yazacağım. kimisi zaten hayli meşhur, kimisi değil. ama emin olun ki aşağıda bahsedeceklerimden bahsetmemin geçerli sebepleri var. alfabetik olarak sıralıyor, gerçekten çok iyi, çok iyi, iyi, orta, gideri var olarak gruplandırıyorum. bilirkişiliğimi yıllarımı hamburger hunter olarak geçirmeme borçluyum. 
buyurun: 

basta street food bar: standardın dışında butik bir şef restoranı aslında. menünün her parçası üzerinde düşünülmüş, dizayn edilmiş, şahane şeyler. ama şu an buraya yalnızca hamburgerini not ediyorum. farklı ve leziz, gerçekten çok iyi. mutlaka tadın. kadıköy'de. 


bob - best of burger: gerçekten çok iyi. köftesi ayrı güzel, ekmeği ayrı... hamburgerden başka işleri olmadığı için zirve yapmışlar sanırım. ayrıca hamburgeri eline yüzüne bulaştırmadan yiyemeyenler için eldivenler sunmaları da hayli ilginç. kadıköy'de. 

burger @: hamburgeri çok iyi. ama beni patatesi ve özel acı sosları yüzünden de çekiyor. şubeleri var, biz acıbadem'dekine aboneyiz. (bildiğin abone.)

burger x: burayı hamburger camiasının önerileri doğrultusunda ziyaret etmiştik. çok bayıldığımı söyleyemeyeceğim. şekeri bol bulmuşlar, beni biraz baydı. eşim fena bulmadı. gideri var, ama bence biz bir daha gitmeyeceğiz. :) göztepe'de.

dobby's burger: kızıltoprak'ta. burayı da sanırım vedat milör'ün tavsiyesiyle ziyaret etmiştik. beğenmiştik. farklı ve lezzetliydi. fakat ikinci kere gidecek kadar da beğenmemişiz. orta. 

mini eatery: mmm. çok lezzetli. puanım: iyi. kadıköy'de. birkaç defa yedim. basta ve bob ile aynı çevrede olmasa daha çok giderdim muhtemelen ama, onlar varken burası ikinci planda kalıyor. ama iyi iyi.

ora steak & burgers: meşhur sayılır, değil mi? burası da iyi bence. yolumuz düştükçe uğruyoruz, özellikle değil. bana göre artısı otoparkı. altunizade'de.

snob street food: caddebostan ve kadıköy'de yerleri var. hamburgeri çok iyi. parmesanlı patatesiyle yan yana şahane oluyor. sunum da on numara. 

ağustos’ta gelen edit: jimmy’s burger, istinye’de, best of all. ama kategori dışı olduğundan yazıda geçmemiş oldu. ama bahsini etmemiş olmak içime sinmedi, hence the edit.



afiyet olsun.


17 Haziran 2018

anna + nina.

merhaba, hollanda'ya ışınlanabilir miyim acilen? teşekkürler, iyi çalışmalar.
anna + nina )





























14 Haziran 2018

the bookshop.

büyük umutlarla gittiğim bir filmdi.
her sahnesi gözlerimi kamaştırdı, göz zevkim açısından her şey harikaydı gerçekten. tatlı küçük kasaba; yollarıyla, arabalarıyla, yeşilliğiyle, rüzgarıyla beni benden aldı. ingiltere'ye gidip gelmiş kadar oldum. kitaplar da harika görünüyordu, kitapçı da. clothbound classics de yer yer yer almış, haklı ve yerli yerinde olarak. (bir de akıllı küçük christine var, izleyecek olanlar için onun da adını anmak lazım.)
ama filmde neyin eksikliğinden kaynaklandığına kafa dahi yoramadığım bir yavanlık vardı. ikinci yarısında özellikle çok sıkıldım. hikaye ziyan olmuş. ya da isabel coixet ismi beklentimi gereksiz yere yükseltmiş olabilir. my life without me benim en sevdiğim ilk on filmden biri. bu da öyle olacak sanmış olabilirim yönetmenine bakıp. neyse.
düşük beklentiyle seyredilebilir yani bence, özetle.

3 Haziran 2018

pratik börek tarifi.

kurumsal bir firmada çalışkan bir profil, evde hamarat bir ev hanımı olmak. işine, eşine ve evine bakarken çocuğuna yetmekten de fazlasını yapabilmek. bunlarla birlikte kendini yeterince önemseyebilmek (kendini önemsemek bazılarında doğuştan bir özellikken bende çaba gerektiriyor). eşinden, çocuğundan ve kendinden başkalarıyla da ilgilenmek (geniş ailen and so on...) dolayısıyla her şeye yetişebilmek. her şeye yetişirken akıl sağlığından da olmamak. işte hayalimdeki eylemler. 

mutlu olabilmem için temel şart her şeye yetişebiliyor olmam. (sistemin "her işe yetiş" dayatmalarını içselleştirecek kadar zayıf olmam benim suçum değil, mukadderat.) her şeye yetişebilmem için pratik çözümler bulmam da şart. pratik çözümler için ise büyük problemlerimin olması gerekmiyor. geçen birisi yazmış, "kettle'ın düğmesine basıp tuvalate gidince..." nasıl mutlu olur insan. öyle yani. her gün devesinden, piresine dünya kadar işi/şeyi birbiri ardına dizmeye çalışıyorum, yan yana estetik dursunlar diye de uğraşarak.

aslında şu an ayda bir-iki defa yaptığım pratik böreğin tarifini vermeye hazırlanıyorum ama yaptığım girizgaha bak... "çok işi olanlar için aşırı derecede kolay börek tarifi geliyor..." diyecektim altı üstü. neyse, geliyor... ıspanaklısı. ben de zamanında bir yerlerden almıştım tarifi ama hatırlamıyorum neresiydi. hayli bağımlı oldum kendisine, yazmam şart oldu dolayısıyla. buyurun...
(aynı zamanda çocuk için de "aktivite" oluyor bu börek, sayın aktiviteci anneler.) 

pratik ıspanaklı börek:
3 yufka çocuğun eline verilir, çocuk bunları parçalarken, -tabii ki- yıkanmış olarak hazır aldığımız ıspanaktan bir miktar kavrulur. daha önceden yemeklik soğrayıp buzluğa attığımız soğandan da eklenir, kavrulur. soğan isteğe bağlı tabii. soğan ve ıspanağın miktarı da böreğin içinde bu malzemeleri ne kadar bol isteğinize bağlı ama ben genelde bir çorba kasesi kadar ekliyorum toplamda.
3 yumurta, 1 bardaktan biraz az süt (yufka kalın ve sertse biraz daha fazla), 1 bardaktan biraz az sıvıyağ ve kavrulmuş ıspanak karıştırılır. isteğe göre beyaz peynir de ilave edilebilir, ben sevmiyorum. sonra parçalanan yufkalar çocuğun her bir parçayı basket atması suretiyle on beş dakikada karışım kabına eklenir. karışım yapışmaz bir tepsiye dökülerek 180 derece fırına verilir, önceden ısıtmıyorum. kabın ölçüsünü de bilemeyeceğim ama yükseklik olarak 3 cm kadar olacak bu malzeme kaba yayıldığında. piştiğinde 4-5 cm'ye kadar yükselmiş, kabarmış oluyor.
daha da pratik olsun isterseniz ıspanağı hiç kavurmadan da koyabilirsiniz soğansız, ama ben diğer türlüsünü daha lezzetli buluyorum.
özet: yumurtayı, sütü, yağı, ıspanağı karıştır, yufkayı içine kat, yine karıştır. 

 

ıspanaklı börek gibisi var mı. yum. ama onun yerine kavrulmuş kıyma & soğan ikilisi de güzel oluyor. peynirli de fena değil ama ben peynirli börek çok sevmediğimden pek yapmıyorum.

ha bu arada, börek sahurda da iyi olmuyor mu?

hayırlı ramazanlar.

29 Mayıs 2018

halılağr.

bu rengarenk halılara bayılıyorum. genel olarak halılara bayılıyorum zaten, yani... (genel olarak halılara bayılmayan var mı?) ama fas'a gittiğimde bir tane aldım mı bu renkli pofidik şeylerden, hayır. peki iran'dan aldım mı halı, hayır. çünkü my husband. bir dahaki sefere inşallah diyor, gözünüze daha fazlası lazımsa buradan bazılarına bakabilirsiniz diyor, kaçıyorum.



26 Mayıs 2018

londra gezi rehberi.

royal wedding şeysinden sonra londra gezi rehberi de iyi bir devam içeriği olur dedim. farklı bir blog için yazmıştım aslında zaten, kopyalıyorum, dolayısıyla çok da eğlencelik değil, biraz ciddili (ayrıca, "hacı pound olmuş yedi lira, sen ne diyon.." demeyenler için):

ingiltere’de yüz elli altı hafta geçirmiş, londra’ya gönülden bağlanmış, ayrıca tur rehberliğinin de tadına bakmış biri olarak bu ilk ve kısacık londra seyahatiniz için birkaç öneride bulunacak, “o ağacın altı” veya “ağlarım hatıra geldikçe gülüştüklerimiz” gibi detaylara girmemeye çalışacağım.



londra’ya iner inmez yapacağınız ilk şey havaalanından bir oyster ve tube map edinmeniz olsun. Bir de londra haritası tabii... londra’da ulaşım için arabaya ihtiyacınız yok, trenlerle her yere hızlı ve rahat bir şekilde gidebilirsiniz. ayrıca londra gerçekten küçük bir şehir… gitmek istediğiniz yer zaten çoğu zaman bulunduğunuz yere yürüme mesafesinde olacak. bence taksilere de -fotoğraflarını çekmek dışında- hiç bulaşmayın. bu kalabalık, hızlı, hareketli şehrin akışına kapılmak da gezinizin bir parçası olsun; daha dinamik bir tur için siz de yürüyün ve trenleri kullanın (londra’da bir yerden bir yere gitmeden önce, güzergâhınızdan emin değilseniz, yapacağınız şey journey planner’dan yardım almak).

otelde konaklayacaksanız, seçeceğiniz otelin herhangi bir tren istasyonuna yakın olmasını önemseyin, yeter. zira trene atladıktan sonra her yer çok yakın sizin için. mümkünse 2-5 dakika yürüme mesafesinde olsun tren istasyonu; akşam otelinize yorgun döneceksiniz çünkü, yürümek artık işinize gelmiyor olacak.

bu arada yemekler için de otele bağlı kalmayın. zaten ingiliz mutfağı diye bir şey yok sayılır. bence restoran keyfini de eve döndükten sonra yaparsınız. londra’da gezerken kafelerden ve marketlerden oldukça lezzetli ve sağlıklı yiyecekler alabilirsiniz. ama ünlü İngiliz aşçı jamie oliver’ı sevenler jamie’s italian’a gitmek isteyebilir belki, tanıdık lezzetler arayan türk ziyaretçiler de piccadilly’deki kahve dünyası’na uğrayabilir.

alışveriş için oxford street’i görün önce. oxford circus durağından başlayın, bütün caddeyi yürüyün; marble arch’a geldiğinizde yiyecek bir şeyler alıp kendinizi hyde park’a atıp dinlenin. henüz yorulmadıysanız ve bütün günü alışverişe ayırdıysanız, avrupa’nın en büyük alışveriş merkezlerinden biri olan westfield’a da gidebilirsiniz. marka meraklıları için bond street ve çevresi gezilmeye, görülmeye değer. ünlü markaların outlet mekânı olarak bicester village’yi duymuş olabilirsiniz ama ben oraya gidip de memnun kalmış çok az kişiyi tanıyorum. harrods ve selfridges de mutlaka uğramanız gereken mağazalar. ayrıca covent garden ve tottenham court road da alışveriş olanakları ile ünlü.

bence cumartesi gününüzün bir kısmını notting hill’deki portobello road market’a ayırmalısınız. zaten modern ingiliz havası solumak istiyorsanız notting hill’i mutlaka görmeniz gerek (julia roberts’in kapısına dayanıp hugh grant’ten kitap tavsiyesi aldığı kitapçıyı görün mesela). ayaküstü yemek için pazarda harika şeyler var, geneli homemade bakery... yemek için değil ama her zaman harika fresh-cut çiçekler de oluyor (seyahat sırasında çiçek alıp ne yapabilirsiniz bilemiyorum tabii ama bulunmaz renkte bir orkideyi bulup bir meraklısına getirebilirsiniz belki). pazar antika ve antin kuntin türlü ıvır zıvır üzerine kurulu genelde, ilgilinizi çekecek bir şeyler mutlaka vardır. hediye alacaksanız onu da burada halletmek iyi olabilir. bu arada harrods da iyi bir seçim hediye alışverişi için. hatta m&s bile hediyelik yiyecekler (çikolata, kurabiye, çay vb.) için iyi bir alternatif. ilginç/kişiye özel bir şeyler alacaksanız camden town’a da uğrayabilirsiniz (baskılı tişörtlerin âlâları için mesela).



kültür turunuzu da genel olarak yürüyerek yapacaksınız muhtemelen. london eye’a gittiğinizde big ben de parlamento binası ile birlikte zaten orada olacak. london eye ve big ben ziyaretinizden hemen sonra westminster’dan covent garden’a kadar yürüyün örneğin. national gallery’nin de önünden geçeceksiniz, atlamayın. yeri gelmişken, londra tam bir müze ve sergi cenneti... ama özel bir merakınız yoksa hepsini ziyaret etmek sizin için aylaklık olacak. en iyisi bir-ikisini seçip diğerlerini kafanızdan silin; seçeceklerinizden biri national gallery, diğeri victoria and albert museum olabilir.

bu arada buckingham palace’ı görmeyi de unutmayın (kraliçe de sizi görecek. hatta şanslıysanız gitmişken siz de bir royal face görebilirsiniz). ayrıca tower hill, highgate cemetery ve st paul's cathedral da gidilmeye değer yerler arasında.

londra’da eğlence için mutlaka yapmanız gerekenlerin başında bir müzikale gitmek var. singin’ in the rain, the lion king, billy elliot… birinden biri geziniz sırasında mutlaka sahneleniyordur. çok sevdiğiniz şarkıcılardan/gruplardan birini canlı izlemeden de dönmeyin bence. akvaryum ziyareti ve nehirde motor turu da değerlendirilebilir birer seçenek ama çok gerekli olduklarını düşünmüyorum. bu arada london eye ve müzikal biletlerinizi -madame tussauds biletiniz ile de birlikte- paket olarak internet üzerinden alıp çok daha ucuza getirebilir, bilet kuyruklarında harcayacağınız vakitten tasarruf edebilirsiniz (anahtar kelimeler: london attractions deals/tickets).

geziniz iki-üç günden uzunsa ve sadece londra ile sınırlamak istemiyorsanız seyahatinizi, buradan günübirlik gezilere de çıkabilirsiniz. salisbury’de stonehenge’i yakından görebilir; bath, oxford veya cambridge’e gidip biraz tarih koklayabilirsiniz. victoria coach station’dan kalkacak ilk otobüste cam kenarı bir koltuk kapmanız yeterli, waterloo’ya gidip canınızın çektiği bir trene de binebilirsiniz tabii.

iyi eğlenceler.
x

not: gezi yazısı yazayım mı böyle acaba? ya da ne yazayım? :/ (inşallah kendi kendime konuşmuyorumdur.)

17 Mayıs 2018

hello.

bugün yazarım, yarın yazarım derken 5 yıl olmuş neredeyse blog'u bırakalı. inanamadım. zamanın böyle hızlı geçmesine tabii, başka bir şeye değil. ama kimseyi baymayayım şimdi "hızlı geçen zaman" olaylarına girerek, başta kendimi. zaten bence en önemlisi insanın kendini bayması, gıcık etmesi veya baymaması, gıcık etmemesi. (aman allahım, laf kalabalığı yapmayı nasıl da özlemişim.)

blog'a uğramayalı ne oldu, evlendim, çocuk sahibi oldum. bu ikisiyle dünyanın paylaşımını yaparım aslında blogger'lık anlamında. şu an aklıma gelenler: hiç gelinlik hayali kurmamış biri aniden ne giyiverdi? çeyizler... yeni gelin sofraları... çılgın yemek tarifleri... çalışırken evlilik hazırlığı nasıl yaptım? sonra çalışırken nasıl her gün üç çeşit yemek yaptım? çocuk... hastane çantası. :D altı aylık çocukla seyahat... bir yaşında çocukla seyahat... iki yaşında çocukla seyahat... 2 saatlik uçuşlar, 10 saatlik uçuşlar... yaz tatilleri, kış tatilleri... gördüğüm yerler, yediğim yemekler... çalışan anne olmak (sırf bundan bir milyon kelime çıkar). aynı anda çalışan anne ve çalışan ev hanımı olmak... tüm bunlar esnasında moda (bu çok önemli). tüm bunlar esnasında psikolojim. sonra: bahçıvanlık & doğal hayat & ne olacak bu istanbul'un hali? 
(bu arada blog'un yalnızca genç/pre-orta yaş hanımlara hitap etmekte olduğu da açık değil mi. :))

şimdi...
sosyal medya benim için yalnızca yaşadığım hayatın güzelliklerini biriktirdiğim bir yer. yaşadığım hayatın çekilir olduğunu kendime hatırlatabilmem için yalnızca tatlı taraflarını kayıt altına aldığım bir yer. "bakın ne de süper yaşıyorum" demek için bulunduğum bir yer değil, çünkü gerçekten hiç süper yaşamıyorum ve bir sürü derdim, acım var. (ki zaten öyle demek istesem çok başka şeyler paylaşırım.) ama "bakın ne de süper yaşıyorum" demek için burada bulunanlar dahil bir kısım insanı, kurum ve kuruluşu (:D) takip edip, yer yer ilham almaya, arkadaşlarımla irtibatı koparmamaya, tekraren: dünyanın çok da kötü olmadığını kendime kanıtlamaya çalışmak için buradayım. 
hayatınızın acılı kısımlarını paylaşmayınca bazı insanlar bunların varlığını ihtimal dışında tutuyor sizin için. bu onların ayıbı. ben paylaşılan acının azaldığına falan inanmıyorum. inansam da paylaşmam ama zaten bence artıyor paylaştıkça. ben kendi kendime baş etmeye çalıştığımda bir şeylerle, daha başarılı olduğumu düşünüyorum. o yüzden: no paylaşım about dertlerim... mutluluğa gelince, onun da paylaştıkça azaldığını düşünüyorum. o yüzden mutluluklu paylaşımlara da hayır. yalnızca biraz anlık ve göze güzel gelen neşeli kayıtlar (için el ele...) ve belki azıcık hüzünlü (biri beni vursun), romantikli kayıtçıklar.... bir de tabii duygusuz olanlar...

geliyorlar.
afiyet olsun inşallah.